11 Kasım 2009 Çarşamba

sevgilim ben şimdi


sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim
elimde uçuk mavi bir kalem cebimde iki paket sigara
hayatımız geçiyor gözlerimin önünden
çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz
ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz.
çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere
o gülün yüzü gülmüyor sensiz
o köklensin diye pencerede suya koyduğun devetabanı
hepten hüzünlü bu günlerde
gür ve çoşkun bir günışığı dadanmış pencereye
masada tabaklar neşesiz
koridor ıssız
banyoda havlular yalnız
mutfak dersen - derbeder ve pis
çiti orda duruyor, ekmek kutusu boş
vantilatör soluksuz
halılar tozlu
giysilerim gardropda ve şurda burda
memo'nun oyuncak sepeti uykularda
mavi gece lambası hevessiz
 
kapı diyor ki açın beni kapayın
perdeler gömlek değiştiren yılanlar gibi
radyo desen sessiz
tabure sandalyalardan çekiniyor
küçük oda karanlık ve ıssız
her şey seni bekliyor her şey gelmeni
içeri girmeni
senin elinin değmesini
gözünün dokunmasını
ve her şey tekrarlıyor
seni nice sevdiğimi

CEMAL SÜREYA

10 Kasım 2009 Salı

Saçmalamalar 1

aslında bir ihtimal daha vardı ama biz gidince, o da durmamıştı.

-neden gitmiştik?
-çünkü ..
-sana değil yükleme soruyorum!

neden gitmiştik be yüklem?  biz öznelerin nedenleri hep sendedir,  kaderimizi hep sen belirlersin,  biliyoruz sana çok şey yüklüyoruz ama neden?  neden gitmiştik arkamıza bakmadan?  "arkamıza bakmaya cesaretimiz olmadığından, zarf tümleci"  dedi yüklem.  Yüklem'in hazırcevaplığına hayran kalarak,  tamam,  dedim. Tümleç'e bir şey söyleyemedim,  emir kuluydu.  kızamadım.  Yüklem'e de kızamazdım,  söylediği doğruydu. Yüklem'i daha fazla rahatsız etmeden kahvemi içtim.  Sütlüydü.   "Çok mu anlam yüklüyorum bazı kelimelere?" diye sitem ettim kendime.  Haklıydım.  Bazen çok düşünüyordum,  kelimelerle oynamak da hoşuma gidiyordu.  Ama ben "eylem adamı" değildim.  Eylemleri sevmezdim, pek eyleme katılmazdım.  Bazı eylemlerim vardı ama iş, oluş belirtmezlerdi, çekinirlerdi.  Anlamsızlardı.  Kelimelerim diyorum, anlamsızlardı.  İşte  favori kelimem de buydu "anlamsız".  Her anlamlı kelime de bir anlamsızlık arardım.  Misal,  aşk; yalın haliyle tek heceli ama çok şey ifade eden bir kelime.  Birinci tekil şahsa göre aşkım,  ikincisi için senin aşkın falan...  Neyse şimdi çekemem onu,  zaten hiç çekemiştim ama en çok kullandığım çekimi üçünçü çoğul şahıslarla ilgili olanı,  onların aşkları.  Aslında bakmayın böyle dediğime onların aşkını da hiç çekemem ben, imrenirim,  kıskanırım.  İlk zamanlar senin aşkını çekimlemiştik hatılıyor musun?  Sonra ben benimkini çekimledim.  Ne yalan söyleyim ilk zamanları çekinirdim aşkımı çekimlemeye,  sana "aşkım" demeye.  Sen çekimleyince ben de rahatlayıverdim,  çekimledim gitti.  Çekimledik.  Yani  birer ayrı tekilken birinci çoğul olmaya karar verdik.  Bu bizim ilk çoğulluğumuzdu.   "Aşkımız"  olmuştuk.  Güzeldi.  Güzeldik.  Sonra son kez birinci çoğulluğumuzu yaşadık.  Ayrıldı(k).  Kötüydü.  Kötüydüm.  Sonra senin aşkların olmaya devam etmiş, ben onların aşklarıyla yetindim.  Daha kötüydü.  Sonra ,  sonra ,  sonra,  sonrası düşünce balonları...  He bu arada sen bir şey diyordun?  "Çünkü.."  diyordun,  sözünü kestim kusuruma bakma.  Beni biliyosun bir konuşmaya başladım mı,  biteremem cümleleri.  Zaten neyi bitirdim ki.

-çünkü...
(sessizlik)

-ee çünkü...
(sessizlik)

... arkası yarın...

7 Kasım 2009 Cumartesi

Sen beyaz bir kadınsın...

asıl büyük sarhoş benim
uzaktaki
ben ki tek damla şarap içmedim
ekmeğin beyaz zeytinin siyah
olduğunu biliyorum
asıl büyük sarhoş benim
uzaktaki
benim kusturucu sarhoşluğum
yoksulluğum

yüzüme bakmasan da
yağmura düşürsen de gözlerini
gözlerime bakmasan da ne kadar
o kadar aydınlığın gökyüzüme uzanıyor
uykularımda nefesinin sıcaklığı
o kadar

hangi akşam kapımı çalan sen değilsin
sen değil misin gizli bir kıvılcım gibi
gözbebeklerimde duran
umutsuzlandığım her akşam
senin rüzgârın almıyor mu
uğultulu yorgunluğumu
yoksulluğun eşiğinde kapaklandığım zaman
ellerimden sımsıkı tutmuyor mu senin
iyimserliğin

ben bu tezgâhı kurdumsa senin için kurdum
senin için dokuduğum basma ve pazen
denizin yeşilinden süzdüğüm balık
göğün mavisinden çaldığım kuş
senin için
felsefe okudumsa
iktisat okudumsa gece yarıları
boğazım kurumuş içim bir kalabalık
sıcacık mısralar okudumsa yunus' dan
senin için okudum
geceyarıları

sen beyaz bir kadınsın
uzaktaki
gözlerin aklimdan çikmiyor
sen beyaz bir kadınsın
karanlıkları dinleyen
uzaktaki
sarmaşıkları duyuyor musun rüzgârda
yorgun başını
üşümüş yastığına koyuyor musun
uyuyor musun ?

ATTİLA İLHAN

5 Kasım 2009 Perşembe

Tehlikeli Oyunlar (alıntılar)

http://www.kitapokuyoruz.com/kapak/531-Tehlikeli-Oyunlar.jpg



Biliyorum ki o kadarını siz de anladınız ama ben yine yazayım dedim, o kadarını anlamayanlar ve o kadarını bilmeyenler için Oğuz Atay'ın bu muazzam eserinden gelsin efenim...

---hava kararıyordu. köşeden bir genç kızla bir genç adam göründü kolkola. delikanlı bir şeyler anlatıyordu, genç kız da başını sallıyordu. "bana kalırsa film biraz karışıktı," dedi genç adam. "bazı yerlerini anlamadım." "canım," dedi kız, "sonunda çocuk ölüyor işte." aptal," dedi delikanlı, "o kadarını biz de anladık."---

---"kafamda gerinerek uyanan arkadaşım, kadınlar her şeyi başka türlü yapar, diyordu." ---

---"kelimeler albayim, bazi anlamlara gelmiyor"---
     
                ---"siz bilmezsiniz albayım, insanlık tek başına kollarımda can verdi. yanında kimseler yoktu. "---

---nihayet insanlık da öldü. haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre, 'yahu insanlık öldü mü?' diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. bu nedenle gazetelerinde, 'insanlık öldü mü?' ya da 'insanlık ölür mü?' biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. evet, insanlık artık aramızda yok." ---

---"...kadınlarla oynanmaz; hemen canları sıkılır. bir kere, rollerini ezberlemezler; sonra, 'sen gerçekten oynamak istiyor musun canım?' diyerek insanın aklını karıştırırlar. her oyunu bir tartışma konusu yaparlar; akılları yatmadan rollerini katiyen oynamazlar. biz onları kafamızdaki oyunlara uydurmağa çalışırken onlar - kafaları olmadığı için - bizi hayata uydurmağa çalışırlar. oysa bizim hayatla görülecek hesabımız vardır."---

---"kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor, anlıyor musun? bütün hayatımca bu cam kırıklarını beyin zarımın üzerinde taşımak ve onları oynatmadan son derece hesaplı düşünmek zorundayım. bir filimde görmüştüm doktor : senin gibi gene bir doktor olan ve sözüm meclisten dışarı, delice planlar kuran frankeştayn adlı biri, büyük bir bilimadamını öldürerek, beynini çalıyordu. ona karşı koymak istiyen iyi niyetli bir genç adam da frankeştayn'la mücadele ederken, içinde beynin bulunduğu kavanoz kırılıyor ve cam kırıkları bu üstün beyne batıyordu. biliyorsun filmlerde böyle iyi niyetli genç adamlar olmasa her şeyin sonu çok kötü biter; üstelik bu işin sonu, iyi niyetli adam rağmen çok kötü bitti: cam kırıkları hiçbir zaman beynin üzerinden tam manasıyla temizlenemedi; çünkü beynin zarını zedelemesinden korkuldu. bence bu tehlike göze alınmalıydı; fakat o zaman bu, başka bir hikaye olurdu ve biliyorsun ki doktor, ben bütün hikayelerin başka türlü olmasını isterdim aslında. işte doktor, yukarda sözü geçen beyindir kafamın içindeki. "---

---"azgelişmişülke göndeririz; yardım gönderirler. zelzele, toprak kayması, sel felaketi göndeririz; çadır ve heyet gönderirler. asker göndeririz; teşekkürler gönderirler. binzorluklayetiştirdiğimizdeğerler göndeririz; dışülkelerdeçalışanyabancılaristatistiği gönderirler. gerçekinsanlarımızı göndeririz; bizeordanmektup gönderirler."---

---".. iyi bir öğrenci değildim. hepiniz dünya çapındaydınız. devler savaşı yapıyordunuz. herkesin gözüne bakmak zorunda olduğumu sanıyordum. savaş bitsin istiyordum; fakat anlaşmaya hiç niyetiniz yoktu. sizleri izlemekten yorulmuştum. acaba şimdi ne yapacak? bu söze kızdı mı? düşünür dururdum. sonra kendimi teselli ederdim: onlar kendi başlarının çaresine bakarlar. oyunlarınızı heyecanla seyreden saf bir seyirci gibiydim. "---

--"uzan şu divana da sözlerimi dinle," dedi hüsamettin bey. "insanları tanımıyorsun hikmet oğlum."
hikmet uzandığı yerde, gözleri kapalı, albayın sözünü kesti: "daha önce hiç karşılaşmadım da bu ülkede, ondan albayım. siz arada bana gösterseniz…"---

---
-gerçek nedir hikmet amca?
-gerçek, iki nokta üst üste koydun mu?
-koydum hikmet amca.büyük harfle başlanıyor değil mi?
-hepsini büyük harfle yazsaydın. gerçeğin de soluna çiçek yapma sakın.
...
-yaz bakalım: gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür.
-birimi var mı hikmet amca?
-birimi insandır.
---

---"kızı üzmüyorsun ya hikmet?" diye mırıldandı hüsamettin bey. "üzüyorum albayım. sonra gidip ne diller döküyorum bilseniz. 'neyin var canım?' filan diyorum. daha neler söylüyorum. gözlerine filan bakıyorum. siz gerçekten doğru söylüyorsunuz albayım: ben adam olmam. ben, tek başıma yaşamalıyım; başkalarını zehirlememeliyim. dama çıkıp ulumalıyım kurtlar gibi."
"kediler," dedi albay; "miyavlarlar." hikmet gülümsedi; "sizi de bu mizah duygusu kurtarıyor albayım." ellerini iki yana açtı: "ne yapalım? şehir kurtları da yer darlığı dolayısıyla dama çıkıyor." ---

---
sana hiç bahsetmemiştim ama, muhakkak duymuşsundur: evliliğimizin dördüncü yılında nazlı, evi terk etmişti. nasıl derler, bir başkasına kaçmıştı. acıklı bir durumdu. ne yapacağımı bilmeden odalarda dolaşıp durdum. karımın resimlerine baktım. bir şeyler yapmak, birilerine gitmek, ne bileyim dert yanmak, ondan şikayet etmek, bana yapılan bu haksızlığı ortaya koyup sızlanmak istemeliydim. en azından, herkesin yaptığını yapmak gelmeliydi içimden. belki de bütün bunları istiyordum, harekete geçemiyordum. üstüm başım dağınık, sokaklarda sürükleniyordum. söze nereden başlanacağını bilemiyordum herhalde: durup dururken birine giderek söze başlayamazdım ya. fakat biri benimle konuşmağa başlayınca da, söz dönüp dolaşıp buraya gelecek diye korkuyla iç geçiriyordum; göğsüme bu mesele saplanıyordu. işten erken kaçıyor, meyhanelerde oturuyordum öğleden sonraları. bir gün, tren istasyonunun yanındaki bir lokantaya girdim; kendimi hamallı yük arabalı yabancı bir çevrede bulmuştum birdenbire ve civarda başka bir meyhane yoktu. lokantanın bahçesinde, trenlere yakın bir yere oturdum. erken bir saat olmasına rağmen masalar kalabalıktı. bir şişe rakı söyledim. (kimseye bakacak halim yoktu.) sabahtan beri bir şey yememiştim: biraz meze getirttim. ilk kadehleri hızla içtim, başım döndü. sonra, çevreme baktım: konuşuluyordu, hiç bir şey yenmiyordu, sadece kahve çay gibi şeyler içiliyordu. birileri bekleniyordu. tren yoluna bakılıyordu. içmeye devam ettim. çevremdeki gürültü artıyordu; heyecanlanılıyordu. masalardaki çaylar bile içilmiyordu. bütün gözler demiryoluna çevrilmişti. içki, yavaş yavaş gerginliğimi yumuşattığı için, çevremdeki insanları görmeğe, sesleri duymağa başladım. dış ülkelerden gelecek bir tren bekleniyordu. herkes birbirine gülümsüyordu, bir yakınlık havası sarıyordu ortalığı. ben de gülümsedim (biraz da içkiden). sonra, onlarla birlikte heyecanlanmağa başladım. bilhassa tren yoluna bakınca insanın heyecanı artıyordu. sanki benim de bir yakınım, bir dostum gelecekti. sanki trenden, mesela nazlı çıkacaktı birden ve boynuma sarılıverecekti. ben de bütün olanları bir anda unutarak onu affedecektim. hemen bir arabaya binecektik; her şey hemen düzelecekti. herkes sabırsızlanıyordu; herhalde tren biraz gecikmişti. ben, trenin geliş saatini bilmediğim için, biraz rahattım. dakikalar ilerledikçe benim de gözüm demiryoluna takıldı kaldı. tren geldiği zaman, herkes kadar heyecanlı, herkes kadar sabırsızdım. herkesle birlikte gülümsüyordum. insanlar, yakınımdaki masalarda oturanlar, masaya kurulup rakı içerek yolcusunu bekleyen bu adama, biraz hayret, biraz da imrenmeyle bakıyorlardı. ben, olgun bir adam rolündeydim. onlar adına endişeliydim: ya bekledikleri kimse, trenden çıkmazsa diye korkuyordum. bütün bekleyenleri birer birer gözlerimle takip etmeğe başladım. önce trenin pencerelerindeki yolculara bakıyordum; trendeki yolcu, birine el sallamaya başlayınca, onun elini takip ederek talihli karşılayıcıyı buluyor ve rahatlıyordum. sonra, başka ellere bakıyordum. onlarla birlikte gülüyordum; galiba ben de bir iki kere elimi salladım. (sarhoşluktan olacak.) nazlı gelmedi tabii. biraz mahzun oldum. benimle birlikte, beklediği gelmeyen birkaç karşılayıcı daha kalmıştı lokantada. çevremde hüznümü paylaşacak bir iki kişinin daha bulunması, benim de hakiki bir karşılayıcı olarak, sadece beklediği gelmeyen bir karşılayıcı gibi, istasyondan ayrılmamı sağladı. biraz da gümrük kapısında bekledik onlarla birlikte: belki de yolcumuzu, o kalabalıkta görememiştik. sonunda boynumuzu büküp ayrıldık oradan: nazlı gelmemişti.

bu oyuna kısa zamanda alıştım. arada tren istasyonuna uğrayarak tarifelere bakıyordum. bazen de telefonla soruyordum; ayrıca, trenin geleceği gün de telefon ederek tehir olup olmadığını öğreniyordum. lokantada beklerken de, artık trenin geliş saatini bilmenin heyecanını, bütün karşılayıcılarla birlikte yaşıyordum. birkaç bekleyişten sonra daha cesur olmuştum. elimi hararetle sallıyor, bağırıyor, sesleniyordum. beni, tanıdıklarından birine benzetip, bana da el sallayanlar oldu: bu kadar yolcu içinde, elbette birinin ahbabına benzeyecektim. böyle yanılmalar, benden başkalarının da başına geldiği için vaziyetimde bir sahtelik olmuyordu. ayrıca, tren gelinceye kadar en az bir şişe içtiğim için, bu kadar teferruatı düşünerek endişelenecek kadar ayık da olmuyordum. trenin gelişiyle birlikte istasyonda birdenbire artan hareketin seline kaptırıyordum kendimi. gümrük memurlarıyla da artık ahbap olduğum için, bana bazı imtiyazlar tanınıyordu. öyle ya, benim kadar yolcu karşılayan kimse yoktu. fakat nedense ben, yakınlarımı perondan göremiyordum; tam gümrükçülerden ayrıldıktan sonra, tam ümidimi kesmeğe başladığım sırada yolcum da gümrük kapısından çıkıyordu: onunla meydanın önünde karşılaşmış oluyordum. daha sonraları, perona çıkıp beklememe izin verdikleri için, yolcularımı peronda da görmeye başladım. tren gelince hemen yolcuların arasına karışıyordum; sonra da gümrükçülere görünmeden ortadan kayboluyordum: yolcularımı (genellikle birden fazla olduklarını söylüyordum) peronda buluyordum ve kalabalığın içinde beni göremiyorlardı tabii. gümrükçüler, bazen masama oturuyorlar; ne kadar yolcun var tahsin bey, diyorlardı. beni pek sevmişlerdi. onlarla, selim bey olarak konuşmak garibime gittiği için; bu maceranın, selim beyin günlük hayatı dışında bir gidişi olduğu için, ben karşılayıcılık işinde tahsin bey olmuştum. hatta bir gün, gümrükçülerden biri, istasyonun dışında bir yerde arkamdan tahsin bey, diye bağırınca hemen başımı çevirmeyi akıl edemediğim için tuhaf bir vaziyete düşmüştüm. o günden sonra ne zaman arkamdan tahsin bey diye bağırılsa hemen döner bakarım."

selim bey, derin bir nefes aldı. "her hadisemde olduğu gibi, bunda da işin sonunu bir türlü getiremedim: uzattıkça uzattım. allahtan o sırada nazlı eve döndü. fakat ben, bu bekleme huyumdan hemen vazgeçemedim: bir süre istasyona sürüklendim durdum. sonra, beni rakı içmek gibi saran bu iptiladan da vazgeçtim. karımla da, ne evden ayrılışını, ne de dönüşünü hiç konuşmadık. "sonra nazlı'yı kaybettim. şimdi bazen düşünürüm: ne olurdu, aramızda herşeyi konuşmuş olsaydık. nazlı bana evden ayrıldıktan sonra nasıl yaşadığını anlatsaydı, neden birdenbire kaybolmak istediğini açıklasaydı. o kadar sevdiğim karımın hayatına ait bir kısmı, hiç bir zaman bilemedim. sanki iki yıl, nazlı hiç yaşamadı bana göre. biliyorum, denebilir ki, üzücü olaylarla karşılaşacaktı; insan, belki de hiç istemediği sözleri duyacaktı. olsun; hiç bilmemekten, bir insan hayatının o kadar yılını hiçe saymaktan daha iyidir herhalde. onun iki yılını yok saymakla, onun bu yıllarda neler hissettiğini bilmek istememekle, çok sevdiğim bu insana da bir bakıma hürmetsizlik etmiş oldum."

sevgi, hayır gibi, başını salladı. "öyle oldu, öyle oldu," dedi selim bey. "şimdi de, hiç bir şeyi tamir etmek mümkün değil artık. nazlı'nın hiç bir acı sözü, ölümün getirdiği o geri dönülmez soğukluk kadar çaresiz bırakmayacaktı beni. neyse geçelim bunu. karım öldükten sonra, gene istasyona gitmeğe başladım. bu işin, artık değişik bir tarafı, bir tadı kalmamıştı. bütün insanlarımız gibi, ben de hayatımda bir kere biraz değişik bir harekette bulunmuştum ve bütün insanlarımız gibi, artık ömrüm boyunca kendimi ve herkesi bıktırıncaya kadar bu hususiyetime yapışıp sürüklenecektim; bütün hayatım boyunca bu küçük istisnaya tutunmaya çalışacaktım.

"gümrük memurları değişmişti, eski garsonlardan hiç biri kalmamıştı. nazlı ölmüştü ve onu beklemek diye bir mesele olamazdı. bunu hayal bile edemezdim. başka bir çareye başvurdum; daha doğrusu, bir trenin kalkış saatine yakın bir sırada lokantaya gittiğim zaman, oyunun mahiyet değiştirebileceğini gördüm. herkes üzgündü: yakınları gidiyordu. ben gene ön masaya bütün rakı takımımla kurulmuştum. artık oyun oynamak lüzumunu da hissetmiyordum; uğurlamaya geldiğim bir yakınım olmadığı belliydi. bu sebepten, kimsenin dikkatini çekmiyordum. suratımı asmış oturuyordum: nazlı gitmişti. gidenler sevinçliydi. geride bıraktıklarına karşı ayıp olmasın diye üzgün görünüyorlardı. gene de, hakikaten üzülen bir iki samimi yolcu vardı. ben kimse bilmemekle beraber, kötü bir roldeydim: bütün gidenlerin, tıpkı nazlı gibi, bir daha dönmeyeceği esası üzerine kurmuştum maceramı. içimden, her kalkan trene 'ölüm katarı gibi', 'karanlıklar treni' gibi isimler takıyordum. toplu bir cenaze törenine gelmiş gibi hissediyordum kendimi. fazla masraf olmasın diye, bir tren dolusu ölüye tek tören yapılıyordu. tabut ve taşıma masrafını azaltmak için, bütün ölüler, daha tam ölmeden, daha hareket güçlerini tam kaybetmeden, kendi ayaklarıyla törene geliyorlardı. nazlı, bir tren önce gitmişti; ben de, onu uğurladıktan sonra, hazır gelmişken, diğer törenlere de katılıyordum. muhayyilesi kuvvetli bazı insanlar, sevdikleri ölülerin uzun bir yolculuğa çıktıklarını düşünmüşlerdir; bense, bütün yolculuğa çıkanların ölmüş olduğunu düşünüyordum. ne büyük bir günah, değil mi?"
---

---"söyle evladım diye teselli ederdi annem beni. söyle de içine hicran olmasın. hicran oldu anne!"---



4 Kasım 2009 Çarşamba

İçimdeki Deniz - 2004

The-Sea-Inside---Mar-adentro

The sea inside a.k.a Mar Adentro 
İçimdeki Deniz (2004)


Ana Tür : Biyografi  Alt Türler : Biyografi  Dram

Yönetmenler : Alejandro Amenábar

Senaristler : Alejandro Amenábar  Mateo Gil

Yapım : İspanya Fransa İtalya    Süresi : 2sa.5dk.   imdb puan: 8.1


Konusu: 
Ramon Sampedro'nun yaşamı, 30 yıldır bir yatakta geçmektedir. Gençliğinde geçirdiği bir kazadan sonra hayatla tek ilişkisi deniz manzaralı penceresidir. Hayatına iki kadın girer: avukat Julia ve köylü kızı Rosa. Bu iki kadından biri, boynundan aşağısı felçli adama hayatın anlamını tattırır ve onun kurtuluşunu sağlar. Alejandro Amenabar'ın bu çalışması Venedik'te ikinciliği, başrol oyuncusu Javier Bardem'e de En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı.


//Oyuncular//
Not: yukarıdaki filmin içerik bilgilerinin tamamı ve tasarım kodları filimadami.com'dan alınmıştır.

3 Kasım 2009 Salı

Sütlü Kahve

öğle vaktidir,camı görüş açısına göre koltuk ayarlanır, “o an” için gereken sütlü kahve hazırlanır, fiskosun üzerine konulur ve günün seansı başlar..

her şey hazırdır artık,amcanın yüz ifadesi, gözleri belli etmektedir; bir film şerididir hayat ve geçip gitmektedir hızlıca camın önünden…

20'li yaşlardadır;saçları, ortadan ikiye ayrılmış ve kalın ensesini kapatacak kadar uzun, kolları kartal kanadı gibi genişce açık, ağır ama gençliğinin verdiği özgüvenin ve servi boyunun gerektirdiği sağlam adımlarla caddeye doğru çıkmaktadır. racona uyup ara sıra yanından esegelen utangaç kızlara kesik atarak emek sinemasının önünden geçip istiklal'de bekleyen hiç bitmeyecek zannettiği dostlukların tadını çıkarmaya gidiyordur ve sütlü kahve.

ayşe teyzenin camında sarışın bir kız; başındaki örtüden kaçarcasına çıkmış saçının bir bölümüyle oynuyor, ela ela parlayan gözleriyle eşrafı süzüyor, nur gibi yüzü insanın gözlerini alıyor, üff arada bir de gülücük atıyor sanki birinin tutmasını ister gibi; tutuyor amca hem o gülücükleri hem de yüzük takılı sağ eliyle sol elini... biricik karısı ve sütlü kahve.

bir cuma günü, namazdan hemen sonra... dükkanına geri dönüyor, yapılacak çok iş var ama fırlamanın getirdiği haber hepsini unutturuyor, başlıyor koşmaya...
oturduğu gecekondunun önüne varıyor nihayet! kan ter içindeki halini gören arkadaşları soruyor:

-ne oldu ahmet?
(ses yok)
heyecandan konuşamıyor,dili tutulmuş sanki... evine varıyor ve az önce dili tutulan ahmet kükrüyor:

-karım nerde?

hayatında duyduğu en güzel ses ona cevap veriyor ama ağlayarak...ardından ebe sesleniyor:

-müjde bir oğlun oldu!

...sütlü kahve.

yaş kemale eriyor, emeklilik yılları; ayşe teyzeyle elele havada uçuşan kepleri ve elinde mezuniyet belgesi ile oğlunu izliyor, bir eliyle hayat bağının sevinç gözyaşlarını siliyor, bir eliyle sahnedeki oğluna el sallıyor. sütlü kahve.

gözlerini kısıyor amca, ağlamaklı oluyor, artık bardağın değil gözlerinin dolu kısmı onu ilgilendiriyor, buhranlı günler... ısıtmak için iki elinin arasına sıkıştırdığı o soğuk el, son ses, son nefesini vermeden, son bir gülücük atıyor amcaya ve böyle veda ediyor hayata. karısının ölümü aklına geliyor. kahvenin yerini bir kaç damla gözyaşı alıyor.

sonra karşı binanın camından kendisine bakan al yanaklı veledi görüyor amca, solmuş yüzünün camdaki yansıması ile karşı karşıya geliyor, irkiliyor ve günün seansıyla birlikte sütlü kahvede bitiyor...

KKTG* gelişine yazılar 1 (bence en iyisi komünizm)

bugün camiden sonra uğradığım kahvede, lise mezunu ve siyasete kafa yormayı pek de sevmeyen bir arkadaşımın batak oynarken göbeğini kaşıya kaşıya sarfettiği cümle. devamını da getirdi. hatta onunla ilk siyasi içerikli sohbetimiz oldu bu:

....

-bence komünizm en iyisi birader! ama uygulanması zor işte. bak koca rusya ne yapabildi? apışıp kaldı en sonunda!

+haklısın ama o kadar da koca olmayan bir küba örneği var. şimdi bir de venezuella şaha kalktı. chavez yavaş yavaş öğretiyor halkına sosyalizmi.

-olum ben çavez mavez bilmem. zaten onlar kıç kadar devlet kimse iplemez onları. rahat bırakmıştır abd falan, yapmışlardır bişeyler. ayrıca venezula, küba neymiş olum? ben sana rusya'dan bahsediyorum. çe miydi? neydi o?

+ çe guevara.

- heh o da yırtındı zavallı. ne yaptıysa kendine yaptı. öldü gitti!

+ efsane oldu adam. hem küba'daki devrim de büyük pay sahibidir. ayrıca diğer halkl...

- ya bırak hacı! efsaneliği anca benim kırmızı tişortta kaldı. şekil olarak anlayacağın. yoksa... yani.. tüh! battık a.q senin yüzüne!

+ ney?

- ne ney'i olum battım a.q! altı aldım ya! neyse dağıt hacı(yanındakine)

+hee madem öyle ben kaçıyom hacı.

- nereye kanka? bir çay daha içseydin...(vesaire vesaire)

...

evet, bu size kısa gibi gelen uzun sohbet, yukarıda da belirttiğim üzere onca yıllık arkadaşımla yaptığım ilk siyasi tartışmaydı. kendisi pek düşünmese de beni hayli düşündürdü dostum. yine içi düşünce dolu balonlar ardı ardına patladı kafamda. "lan niye daha önce konuşmamıştık bu konuları? kaç yıllık arkadaşız halbuki." diye düşündüm önce. " niye konuşamadık?daha da ilginci hala niye konuşamıyorduk? üniversitede çatır çatır fikirlerini savunan ben, tanımadığı adamlara ağzının payını veren ben; yani bu tip tartışmalarda büzülen kan, damarlarımdan çıkıp fışkıracakmış gibi olan, salgıladığı adrenalinin haddi hesabı olmayan şu bünye niye susup kalmıştı o kahvede? niye konuşamadım?" diye acımasızca iğneledim hem kendimi hem düşünceleri ve sonra cevabı buldum zannettim ve devrik cümleler bir film makarasının içi hiçbir şeyle dolu amorsu gibi aktı gitti beynimden. dedim ki; "olum takma kafana, çünkü bu saatten sonra ne senin anlatacak bir şeyin var ona, ne de onun anlayacak mecali... zira batak oynuyor eleman, öyle mutlu... sıkma canını arkadaşının." ama yalandı tabi bunlar. aslında kendi canımı sıkmak istememiştim. çünkü kendi inanmadığım birşeye inanıyormuş gibi yapmak çok sentetik gelmişti bana. zira türk ve müslümandım. ne felsefi materyalizm hedesi bana göreydi, ne de barış içinde birarada yaşamanın imkanı vardı şu saatlerde. hayli çelişkiliydim zaten mübarek kadir gecesi. zira bence en iyisi annemin yaptığı son bir kase kalan sütlacı babamdan önce yiyebilmek için eve doğru hızlı yürümekti, o dakikalar...


* Kafası Karışık Türk Gençliği

1 Kasım 2009 Pazar

the air i breathe

hep merak etmişimdir, bir kelebek o güvenli kozasını terk ettiğinde ne kadar güzelleştiğinin farkında mıdır? yoksa kendini hala bir tırtıl gibi mi görür?

insanlık for dummies

şimdi köprülerde yürümek yasak, kaldırımlar bile arnavut, yüzler hüzünleri yansıtamayacak kadar felçli olmuş...
değer vermekse yalnızca matematikte işe yarıyor...

bir tuhafsın sen!

hayat maratonunda koşarken yorulduğunu ne kadar çok unutursan o kadar uzun yaşarsın.
acını saklamalısın, acın senin en büyük sırrındır.
alkol ve sigaranın verdiği haz,
köprüde yürürken esen rüzgarla atkının salınması ve yüzündeki gereksiz hüzün,
bunların sana bir artısı yok! rol yapma! klip çekmiyoruz!

kelimeler...

başta kelimeler vardı
sonra manayla tanıştık
başta sadece
birleşmesi çok zor iki kelimeydik
sonra aşka bulaştık